AkrabaBank’ta ne oldu?

Herkesin o çalışmak için aylarca sınava hazırlandığı, torpilin değil liyakatın ön planda olduğu, emekli olan, vefat eden babanın yerine çocuğunun alındığı bankaya ne oldu? Hanife Serter, Akrababank’ı yazdı:
1997 yılının sonunda,  bir kurumun Teftiş Kuruluna müfettiş yardımcısı ünvanı ile işe alındığımda, işe girebilmek için önce yazılı ve sözlü sınavlarına başvurmuş , başarı ile sınavları geçmiş,  ardından adresimde, muhitimde komşularımızdan, muhtarımızdan, okullarımdan istihbaratım yapıldıktan sonra işe kabul edildiğimi öğrenmiştim. İşe başvuru formumda referans olarak ismini yazdığım tek kişi aynı kurumda benden altı ay önce işe başladığını öğrendiğim bir fakülte ve yurt arkadaşımdı.
Ne o kurumda ne de kurum dışında bana güçlü referans olabilecek, yüksek mevkilerde (!) bulunan ya da siyasi bağlantıları (!) olan  bir dayım, bir amcam, yakın ya da uzak herhangi bir akrabam yoktu.
Annem ve babam işçi emeklisi olarak üç çocuğunu devlet okullarında , devlet desteği ve burslarla okutmuştu. Mezun olduğumda sık sık duyduğum “ bir tanıdık, akraba olmadan  iyi bir yerde işe girmek zor...” sözü benim durumumda olan  bir çok genç gibi beni de korkutuyor ve ümitsizliğe sevkediyordu.
O dönem gazetelerde sık sık  yer alan özel bankaların işe alım ilanları benim için de en büyük umut olmuştu. Ben de böyle bir ilanı gördükten sonra Sınava girmeye karar vermiş , aynı yerde işe girdiğini duyduğum bir arkadaşımı arayıp Kurumu ona sormuştum. Bir süre sonra Kurum da beni ona sorarak  işe almış oldu muhtemelen . 
MAAŞ DÜŞÜK AMA KURUMSAL
O yıllarda “ Sektörde en düşük maaşı veren yer..” olarak adı çıkmış olmasına bakmadan, geçmişine, büyüklüğüne, markasına bakarak, güvenerek, içim rahat olarak işe başlamıştım bu kurumda.
Kurum da izleyen yıllarda “ en iyi okullardan en iyi derecelerle mezunları , yabancı dil bilenleri “ kadroya katmak üzere harekete geçmiş, kesenin ağzını da biraz açmıştı doğrusu. 
Teftiş heyetine kabul edilenleri üst düzey yönetici olarak yetiştirmeyi vaadeden bu bankada beş yıl müfettişlik yaptıktan sonra Bölge müdürlüğünde IK’dan sorumlu Bölge Müdür yardımcısı olarak göreve devam ettim.
Teftiş yıllarımda şubelerde sık sık rastladığım “ Benim babam/annem de bu bankadan emekli…” sözünün kaynağını bu görevim sırasında yakından görmüş oldum.
Şubelerde çalışmak için Bölgelere yapılan binlerce başvuru arasından tercih edilenler genellikle banka çalışanlarının birinci derece yakınları ya da akrabaları oluyordu.   Liyakate önem veren idealist duruşumla buna karşı çıkacak gibi olduğumda Bölge Müdürüm ders gibi bir konuşmayla beni terslemiş ve bu durumu “ Yıllarca bu kuruma vefakarca hizmet etmiş çalışanlara Kurumun bir vefası …”. olarak açıklamıştı.
Ayrıca bankacılık bir “ güven müessesesi “ olduğundan elbette yıllarca bankaya dürüstlüğünü ve sadakatini ispatlamış olanların çocuklarının bankada istihdam edilmesi tercih sebebiydi. Çocuklarını işe sokmak için bölgeye gelen, ricacı olan emeklileri görünce ve aldıkları  cüz’i maaşları duyunca ben de bu “ vefalı (!) “ yaklaşımı anlamaya başlamıştım.
Kurumda bir tür kültür devamlılığı sağlayan bu yaklaşımın ne çok şeyi etkilediğini daha net görür olmuştum. Bu tür bir işe alım tercihi nesiller boyu kuruma olan bağlılığı güçlendiriyordu. Emekliler kendi çocuklarını işe sokmuş olmanın minnet duygusunu  yaşarken , anne babası kurumdan emekli olan çalışanlar da “ onların yüzünü kara çıkarmamak “ için ekstra çaba sarfediyorlardı . Tüm bu duygusal (!) atmosfer içinde ne fazla mesailer sorgulanıyor, ne düşük maaşlardan şikayet ediliyor ne de kullandırılmayan yıllık izinlerde ısrar ediliyordu.  “Kurumsal bağlılığı”  üst düzeyde olan personellerin olduğu bir kurumda çalışıyorduk hep birlikte. 
ZORLA BANKACI
Arada bir “ anne, baba zoru ile “ bankacı olmuş, kendisi hiç istememiş , çalışırken ayak sürüyen, beni atsalar da kurtulsam diyen  arızalı personeller çıksa da , yine ricacı olan anne/babaların hatırına onlar bile yıllarca idare ediliyor ve şubelere yük olabiliyordu. Onlar bile işten kolay kolay çıkartılamıyordu o yıllarda. Hiç unutmam,  sanatçı ruhu olan ve  babasının zoru ile bankacı olmuş bir gişe yetkilisi genç “ işe geç kalmak, kasa açığı vermek, müşteriye saygısız davranmak vb. “ birçok olumsuz davranışına rağmen bir türlü işten çıkarılmıyordu. En son kendisi ile yaptığım bir görüşmede “ ben aslında bu işte çalışmayı hiç istemiyorum ama babam çok sert ve bırakmamı asla istemiyor .” demişti. Kısa bir süre sonra kendisini işten attırmanın bir yolunu bulmuştu sonunda. 
İŞ GÜVENCESİ
Günümüzde hala akraba ilişkilerinin izlerinin devam ettiği bu gibi kurumlarda yaşanan sancılar şimdi daha da büyük. İş güvencesinin geçmişe göre neredeyse hiç kalmadığı , mobbingin üst seviyeye ulaştığı bu tür kurumlarda çalışanlar “ gitmek mi zor, kalmak mı zor” ikilemini daha çok yaşıyorlar. Çocukları, torunları, yakınları  bu kurumlarda çalışmaya devam eden emekliler kendi hakları ile ilgili ses çıkarmakta dahi zorlanıyor ve defalarca yutkunuyorlar. Eski masum vefa ve bağlılık duygusunun yerini anlamsız bir mecburiyet ve bağımlılık duygusu alıyor…
Bundan altı yıl kadar önce performans bahanesi ile işten çıkarılanlar arasında ilk olmamı biraz da bu “ kimsenin kimsesi olmayışıma “ bağlamıştım doğrusu. Bu durum beni bir yandan özgürleştirirken bir yandan da korumasız bırakmıştı belki. Kendimden başka güvenecek kimsem ve tutunacak bir dalım olmamıştı. Bizleri “ Üst düzey yönetici yetiştirme “ vaadi ile işe alan ve her daim kurumun iyiliğini düşündüğümüzü bilen heyet bile arkamızda durmamıştı o günlerde. İşte böyle bir yalnızlıktı “akrabasızlık” bu kurumda. 
Bu günlerde bunu yazışımın nedeni ise konunun bir kurumun çok ötesinde bir ülke sorunu halinde yaşanıyor olması. Eş, dost, akraba ilişkilerine bağlı görevlendirmelerin, atamaların kamu yönetiminin en üst seviyelerinde yarattığı sorunları hep birlikte yaşıyor ve görüyoruz. Bu gidişatın sonunu az çok biliyoruz. Akraba evliliklerinin yarattığı “sakat doğum”  tehlikesi gibi bir tehlike kurumlar için de geçerli artık. Bu tür ilişkilerden beslenen kurumlar kendi içine doğru çökmeye ve kendi enkazı altında kalmaya mahkum. Sürdürülebilirliği çok zor. Bunun tek çaresi ise kamuda ve özel sektörde kayıtsız şartsız “ liyakate bağlı görevlendirmelerle “ kurumları tekrar ayağa kaldırmak. En iyi eğitime sahip, en donanımlı kişileri “ kimlerden” olduğuna bakmadan işe alıp onlara doğru, dürüst şekilde çalışabilecekleri en iyi koşulları sağlamak . Gerekirse yurt dışına göçmüş olan beyinleri  uygun ortamı sağlayarak geri çağırıp tüm imkanları seferber etmek. Akrabaların yüzüne gözüne bulaştırdığı işleri, işin erbabına teslim etmek. 
Arkanızı kollayacak, yalan yanlış yaptığınız işleri ört bas edecek akrabalara ihtiyacınız yoksa , kurumların ve kamunun faydasına olacak işler için profesyonellere şans verirsiniz. Vermezseniz de akrabacılığın yaratacağı kötü sonuçlara katlanırsınız. 21. Yüzyıl ekonomisi bu kolaycılığı asla affetmez.