Ayhan Bülent Toptaş

Ekonomide ABC’yi tartışmayı geride bırakmalıyız!

Mülkiye’de ilk mikroiktisat ve makroiktisat derslerini aldığımız Doç. Dr. Orhan Türkay bu kez ilk defa alacağımız Kalkınma İktisadı dersinin ilk oturumu için sınıftan içeri girdiğinde elinde kalın bir kitap vardı. Kitabın kalınlığı mikroiktisat ve makroiktisat derslerine göre çok daha karmaşık ve kapsamlı bir dersle karşı karşıya olduğumuzun işareti gibiydi. Başındaki gözlüğü yüzüne yerleştirdikten sonra “Derste yer yer Benjamin Higgins’in “Economic Development” kitabından yararlanacağız. Bunu kütüphaneden aldım” dedi.

Türkay, derse Joseph Aloi Schumpeter ile başladı. Schumpeter’e göre ekonomik kalkınmada anahtar rolü müteşebbis (entrepreneur) ve yenilik (innovation) oynuyordu. Schumpeter’e göre müteşebbis, hasbelkader iş yeri sahibi ya da şirket ortağı olmuş bir kişi değildir. Ona göre müteşebbis, hayalleri olan, maceralara atılabilen, risk alan ve başkalarını risk almaya ve yeniliklere yönlendiren bir kişidir. Getirdiği yenilik yeni bir ürün, yeni bir üretim tekniği, yeni bir pazar, yeni ham madde veya ara malı kaynakları ya da yeni bir tekel olabilir. Bu yenilikler ekonominin önemli sıçramalar yapması, büyük servet birikimlerinin oluşması, refahın yükselmesi, dolayısıyla kalkınmanın gerçekleşmesi için güç kaynağı oluşturur.

Türkay’ın tanıttığı ikinci önemli ekonomist Robert Solow’du. Solow’un büyüme modelinde yenilik önemliydi ama bu kez bahsi geçen yenilik teknoloji bazlı yenilikti. Solow’a göre ABD’nin büyümesinin motoru teknolojiydi. Demiryolları, elektrik, telefon, telgraf, havacılık, gibi teknolojik yenilikler verimlilik, gelirler ve yaşam standardında önemli yükselişlerin yolunu açıyordu.

Müteşebbis, yenilikler, teknolojik sıçrama gibi kavramlar biz 1979-1983 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan öğrencilere o kadar soyut şeyler olarak gözüküyordu ki. Okul başladığında, küresel düzeyde yaşanan petrol şoklarının etkilerini atlatamamış, bu nedenle döviz darboğazına girmiş, kısa vadeli dış borçlarını çevirmede olağanüstü zorlanan bir ülkede yaşıyorduk. Sadece dış açık değil, bütçe açığı da büyük bir sorundu. Enflasyon da üç haneli rakamlara ulaşılmıştı.

Teknoloji ve yeniliklerle büyümek, bunun doğasını kavramak şöyle dursun, Türkiye’nin öncelikle ayağını yorganına göre uzatmasını sağlayacak yani iç ve dış açıklarını kapatacak bir çözüme ihtiyacı var gibi gözüküyordu. Yani daha ekonominin A, B, C’sindeydik. Biz okula başladıktan kısa bir süre sonra IMF destekli 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Tedbirleri başlatıldı. Programın iddiası ekonomide dengelerin yerli yerine oturmasıydı. Aynı zamanda ekonomi liberalleşecek, devletin ekonomideki rolü azaltılacaktı. Büyüme de olacaktı tabii. Büyüme dışa açık şekilde gerçekleşecek, ülke bir ihracat hamlesi yapacaktı. Bu ekonomik programda teknoloji, yenilik müteşebbis gibi kavramları pek duyamıyorduk. Buna karşın, TL’nin değerinin azaltılması, paralel olarak da ihracatın artması, Türkiye’nin istihdam yaratabilen emek yoğun üretim alanlarına yönelmesi, Ortadoğu’nun bakkalı kasabı olması için çalışılması tartışmalarını o günlerde daha yoğun şekilde duyabilmek mümkündü. İlanından dokuz ay sonra bu ekonomi programa temel hak ve özgürlükleri baskı altına alan, hoşgörüsüz bir askeri yönetim nezaret etmeye başladı.

İktisat bölümü öğrencileri olarak biz akşam TRT’de askeri yönetimin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Turgut Özal’ı dinledikten sonra ertesi gün bize Türkiye’nin güncel iktisadi sorunları hakkında dersler veren Prof. Dr. Bilsay Kuruç’un karşı tezlerini dinlerdik. Kuruç’un eleştirilerinin odak noktası özellikle istikrar programının yükünün dar ve sabit gelirli kesimlerin üzerine yıkılması ve katma değeri yüksek üretimin ön plana çıkarılmamasıydı. 80’lerin ilk yarısında yenilik görmesek de bazı cinliklere şahit olduk: Mantar gibi hızla çoğalan bankerler ve sonra onların hızla batışı, hızla artan ihracat ve sonra da hayali ihracat. 80’lerin sonuna doğru demokratik rekabet arttıkça dışa açık büyüme, bütçe denkliği gibi konular da yavaş yavaş rafa kalktı.

Teknoloji ve yenilik neden bizde yok?

Türkiye’nin 90’lı yılları malum. O yıllarda da ülke yine ekonomik ve siyasal istikrarsızlıklara sahne oldu. Tüm dünyada ortadan kaybolan enflasyon Türkiye’de yine üç haneli rakamlara ulaştı. Yine üretimimiz ile tüketimimiz arasındaki dengesizlik temel ekonomik meselemizdi. Buna karşın, ABD kaynaklı bir başka büyük teknolojik yenilikler dalgası dünyayı etkiliyordu. Bir başka devrim, bilişim teknolojileri devrimi dünyada verimliliğin artmasının, büyük gelirlerin elde edilmesinin, refahın yükselmesinin yolunu açıyordu.

Ama bu teknolojik sıçrama, yenilik denen olaylar neden bizde yani Türkiye’de gerçekleşmiyordu? Ya da ABD bunu nasıl başarıyordu ve biz bunu neden başaramıyorduk? ABD’de 1990’larda parlayan bir başka önemli iktisatçı olan Paul Romer’e göre bu sıçramayı gerçekleştirebilmek için AR-GE yapabilme yetkinliğine sahip bir yetenek havuzuna ihtiyaç var. Yani, çok sayıda yetenekli ve iyi eğitilmiş insan teknolojik yenilikleri araştırmak için bir araya getirilip yeterli düzeyde araştırma yapılırsa teknolojik sıçramaların ve yeniliklerin önü açılacaktır. Bu gerçekleştirilemediği takdirde gerçek manada bir ekonomik ilerleme mümkün olmayacaktır.

Türkiye’de uygulanan model Romer’in anlattığından oldukça uzak gözüküyor. Bugün, güya, büyümeye öncelik veren bir iktidar uzun yıllardır inşaat sektörünü ve rant gelirlerini ön planda tutan bir ekonomik modeli izliyor. İhracatta kırılan rekorlar önemli ama ihracatın kilogram başına değerinin çok düşük olması, iç çamaşırı ihracatı ile bir yere varılamayacağı da mevcut ekonomik modele yöneltilen eleştiriler arasında.

Ufuk Akçiğit de İkinci Yüzyıl İktisat Kongresinde yaptığı sunumda yenilik bazlı büyümenin önemine dikkat çekti. Akçiğit konuşmasında nazik bir şekilde Türkiye’nin yenilik yapma bakımından iyi durumda olmadığını ifade etti. Neden? Çünkü Türkiye’deki AR-GE harcamaları OECD ülkelerinin çok çok arkasında kalmakta. Buna karşın özel sektör AR-GE harcamaları içinde kamunun payı OECD ülkelerine göre çok yukarlarda. Yani kamunun verdiği destekle ilgili bir sorun yok gözüküyor. Akçiğit bir başka yenilik yapabilme göstergesi olarak Türkiye’deki üniversitelerdeki kişi başına yayın sayısına dikkat çekti. Bu kriter açısından da OECD ülkelerinden çok gerideyiz. Buna karşın, kamunun yüksek öğretime yaptığı harcamalar açısından da OECD’de üst sıralardayız. Sorun, kamunun ayırdığı fonların yetersizliğinde değil, etkili kullanılmamasında.

Akçiğit’in dikkat çektiği bir başka önemli nokta ise Türkiye’deki doktora mezunlarının toplam nüfusa oranının OECD ülkelerindeki oranlara göre çok düşük olması. Bu durum, Türkiye’de yenilik yapabilecek yetenek havuzunun çok küçük olduğu anlamına geliyor. Genel olarak üniversitelerin ve akademisyenlerin verimliliklerinin düşük olması da yenilik yaratmak bakımından çok önemli bir sorun. Üstelik, mevcut araştırmacıların verimlilikleri yüksek olanları Türkiye’yi terk ediyorlar ve dünyanın her tarafından yetenekleri kendilerinde toplamaya kararlı olan gelişmiş ülkelerdeki yetenek havuzlarının bir parçası haline geliyorlar. Kaybedilen beşerî sermayeyi telafi edebilmek ise çok zor. Akçiğit’e göre belirttiği olumsuzluklar hakkında gerekli tedbirler alınmazsa Türkiye durağan bir toplum olmaya devam edecek.

Türkiye durağan bir toplum olmanın getirdiği sorunlardan yorulmuş durumda ama iyi bir ekonomi yönetimi ile buradan çıkmak zorunda. Çünkü, başka hiçbir krize benzemeyen bir kriz dünyanın kapısını çalıyor. Küresel iklim krizine bugünkü ekonomi yönetimine hâkim olan zihniyetle giriş yaparsak bir daha oradan çıkmamız imkânsız hale gelebilir. Artık ekonominin ABC’sini bırakıp, koskoca profesörlere enflasyonun nasıl düşeceğini, ihracatın nasıl artacağı sorularını sormayı geride bırakmalıyız.