Türkiye Krize Nasıl girdi?

ERDEN ARMAĞAN ER YAZIYOR: Türkiye tarihinin en ağır krizine nasıl girdi? Madde madde krizin kronolojisi ve Türkiye’nin kaçırdığı o müthiş fırsatlar. 
Bu günlere nasıl geldik, Fırsatları nasıl kaçırdık?
2001 Ekonomik Krizinden sonra Kamu Maliyesinin ve bankacılık sisteminin düzenlenmesine yönelik önlemlerle bütçe harcamalarında ve kredi mekanizmasında önemli ölçüde disiplin sağlanmış, Türkiye Ekonomisinde var olan  pislikler halı altından çıkarılarak hesaplar önümüze konmuş ve geniş halk kesimlerine ödetilecek fatura bir plan dahilinde IMF’nin dayatmasıyla, 57. Cumhuriyet Hükümeti’nin önüne konmuş ve bu acı reçetenin ağır bedelini Türk Halkı, TL’de devalüasyon, enflasyonda artış, ücretlerde reel kayıplar özetle fakirleşerek, 57.Hükümet ortakları da meclis dışında kalarak ödemişlerdi. 2002 Seçimlerini hatırlayanlar bilirler, Kemal DERVİŞ’in  “15 günde 15 yasa” dayatmalarını ve siyasi ayak oyunlarını.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, o dönemde gerçekleşen yapısal reformların bir çoğuna yanlış ve eksik adımlar olduğu için karşı çıkmakla birlikte, kısa vadede dayatılan zorunluluklar nedeniyle itirazlarımızın dikkate alınması mümkün olmadı. Zira, acil yapılması gereken iş yangının söndürülmesiydi ve bu hengamede bu türden itirazları dikkate alacak da kimse bulunmuyordu. Her ne kadar 2002 Kasım seçimlerinden %34 oy alarak TBMM çoğunluğunun %65’ini elde eden AKP hem kadroları itibariyle hem de ideolojik bakış açısıyla bugün daha da iyi görebildiğimiz gibi çerçevesi IMF tarafından çizilmiş Plana itiraz edemeyecek bir parti olması sebebiyle, üstlendiği görevi harfiyen uygulamaya koyuldu.
Krizden Çıkış ve Tüketim Çılgınlığı
O dönem itibarıyla Türkiye, bankacılık sistemini düzenleyerek ve bütçe disiplinine sadık kalarak krizi   aşabildi. Zaten o dönemin en büyük iki sorunu bu idi ve makro ekonomik önlemler yoluyla ekonomide denge sağlamak bugüne kıyasla nispeten daha kolaydı. Her ne kadar fedakarlığın büyük kısmı ücretliler ve dar gelirlilerce katlanılmış olsa da, gelecekte daha iyi bir yaşam beklentisi ile çok da fazla itiraz edilmeden krizi aşmak mümkün olabildi. 2005 tarihinde AB’den müzakerelerin başlamasına yönelik adım da gelince, ekonomide hızlı büyüme ve bahar rüzgarları daha kuvvetli esmeye başladı. “Moral ve güven” yükselirken, hükümette de ayaklar yerden kesilmeye başladı.
Tüm bu iyimserliğin içinde devam etmesi gereken “mikro ekonomik” reformlar unutuldu. Hızla sanayide Cumhuriyetimizin birikimi sanayi kuruluşları özelleştirme adı altında satılıp yok edilmesine, bankalarımızın yabancı sermaye girişi yalanı  ile yabancılaştırılmasına girişildi. Döviz kurları ve faizler düşmüş, hisse senedi fiyatları tarihin en yüksek seviyelerine doğru yükselmeye başlamıştı. Uzun yıllardır düşük ücretler nedeniyle tasarruf yapamayan geniş halk kesimleri, gelirleri yine tasarrufa olanak vermediği halde, düşen faizler, uzayan vadeler ve sanki bedava dağıtılırmışçasına ulaşılan kredi kartları sayesinde ev sahibi olmak, arabasını yenilemek, 5 yıldızlı otellerde tatile gitmek, güzel ve pahalı giyinmek gibi tüketim alışkanlıklarını hızla arttırmaya başlamıştı. Herkes “mutlu mesut” yarınından endişe etmeden yaşayıp gidiyordu. Kimse “bankacılık” sektörümüzün %50’sinden fazlasının yabancıların eline geçmesini umursamıyor, atalarımızdan miras sanayi kuruluşlarımızın haraç mezat satılmasına itiraz etmiyor, Kadim Türk Halkı, yurtdışından gelen ucuz dövizleri “AVM”lere, “REZİDANS”lara, paralı “OTOYOL ve KÖPRÜ”lere yatıran hükümeti öve öve bitiremiyordu. Hiç kimse TARIM alanlarımızın her geçen yıl azaldığına, tarımsal ürün üretimimizin artık artan nüfusumuzu doyurmaya yetmediğine aldırış etmiyordu. Nasılsa AKP Hükümetleri tarım ve Hayvancılıkta da(!) müthiş başarılı idi ve gıda açığını ithalatla kapatıyordu. Tarımdan ayrılan nüfusun sanayide istihdamı gerekirken, BÜYÜKŞEHİR’lerde yarattığı işsizliği , kalabalığı, trafiği GELİŞME’nin bir göstergesi sayıyor plansız ve programsızlıktan kaynaklandığını aklından bile geçirmiyordu. İş insanları, safi kar hırsıyla girdikleri İnşaat ve Gayrimenkul sektöründe, hesapsız projelerle dağı taşı, ağacı kuşu betona çeviriyor yeni ve daha büyük projeleri şehircilik kuralları, çevre hassasiyeti gözetmeksizin Dikine! Dikine! Rant peşinde koşuyordu. (Avrupa Birliği’ne üye ülkelerdeki toplam müteahhitlerin toplam sayısı 20-30 bin arasındayken Türkiye’de bu sayı 330 bine ulaşmaktadır.)
Alarm Çanları Çalıyor Fırsat Kaçıyor
Tüm bu bahsettiğimiz koşulların yarattığı “tüketim sarhoşluğu”nun ortaya çıkardığı riskleri bertaraf edebileceğimiz çok daha büyük bir fırsat 2008 yılında ABD ve AB’de başlayan Mortgage Krizi ile birlikte ülkemizin de dahil olduğu ülkelerin adeta ayağına kadar gelmişti. ABD Merkez Bankası FED öncülüğünde AB ve Japonya Merkez Bankaları, ekonomilerinde başlayan çöküşü durdurabilmek ve yeniden büyüme patikasına sokabilmek için, tarihte görülmedik ölçüde büyük bir faiz indirimine gitmiş ve adeta tüm dünyaya para saçmaya başlamışlardı. Türkiye ve benzer ülkeler ise, belki tarihlerinde bir daha göremeyecekleri uzun vadeli ve düşük faizlerle yatırım ve fon olanağı bulmuştu. G. Afrika, Brezilya, Hindistan, Meksika, G. Kore, Çin gibi ülkeler bu fırsatı çok iyi değerlendirmeyi başardılar. G. Kore ve Çin, Gelişmekte Olan Ülke Statüsünden bir üst sınıfa geçme konusunda önemli mesafeler aldı. Bundan 15 yıl öncesine kadar Huawei, Alibaba, Samsung, LG gibi markaları kimse bilmezken, Çin ve G. Kore sözü edilen bu markalar ve diğerleri sayesinde Dış Ticarette fazla vermeye, bu fazlaları VARLIK FON’ları aracılığıyla nasıl değerlendireceklerinin derdiyle (!) uğraşmaya başlamışlardı. Türkiye’de ise Hükümet, bildiğini okumaya devam ediyordu. Bizdeki tartışma her zaman olduğu gibi “cari açığın büyümesinin değil finanse edilmesinin” önemi üzerineydi. Tüm aklı başında ekonomistlerin ve politikacıların uyarılarına karşın, sanki “ucuz ve bol para” devri hiç bitmeyecekmişçesine AR-GE, İnovasyon, Tarım ve Sanayi, Teknolojik ürün yerine, İnşaat ve Gayrimenkul yatırımları hız kesmeden, üstelik de yeni ”ÇILGIN PROJE”lerle devam etti. Adeta RANT iktidarın başını döndürmüştü. Ekonomi inşaat ve gayrimenkulle büyüyordu, dış ticaret açığının büyümesi, işsizliğin ekonomik büyümeye rağmen artıyor olması kimsenin umurunda değil gibiydi, nasılsa halk halinden memnundu.
Para Muslukları Kısılıyor
2013 Haziran ayına gelindiğinde FED, parayı kısacağını, bunu yaparken de Dünya Ekonomisini ve Gelişmekte Olan Ülke Ekonomilerinde bir çöküşe neden olmamak için faizleri kademe kademe arttıracağını ilan etmiş,  bu ülkelerin önlem almalarına fırsat tanımıştı. Gelişmekte Olan Ülke kurlarında ABD dolarına karşı değer kayıpları başlamıştı. 10 Ülkenin yer aldığı grubun ortalama değer kaybı %30 civarında olurken, “Kırılgan 5’li” olarak adlandırılan ülkeler içinde yer alan ülkemiz para birimi TL’nin kaybı %40 olarak gerçekleşmişti. Bizim ve Kırılgan 5’linin dışındaki Gelişmekte Olan Ülkeler’de olağanüstü kur oynaklıkları, büyüme dalgalanmaları yüksek fiyat artışları yaşanmıyor adım adım önlemlerini alıyorlardı. Ancak Türkiye’nin gündemi, siyasi gerginlik senaryolarından  sıyrılıp, dünyada başlayan değişime paralel olarak  bir türlü ekonomiye gelemiyordu.
2 Yılda 1 Yapılan Seçimler
FED’in faiz artış sinyali vermesinden sonra, 2013 Yıl başında 1,75 olan dolar kurunun 2014 yıl sonu geldiğinde 2,34 düzeyine %35’lik yükseliş göstermesi verilen sinyalin ne denli önemli olduğunun en iyi göstergesidir. Bu dönemde yapılması gereken bellidir. Ülke paranızın istikrarlı bir şekilde değer kaybını sağlamanız ve bunu yaparken de faizlerinizi de kademe kademe yükseltmeniz gerekir. Ancak TCMB’nin o dönemdeki Başkanı ve uygulamalarını hatırlayanlar bilirler, Başbakan’ın faize karşı alerjisinden dolayı artırımlar piyasa beklentilerinin dışında yaşanmış ve literatürde olmayan yöntemler denenmiş ve nihayetinde de piyasanın istediği noktaya gelinmişti.
Dışa Açık, Kur Rejimi Serbest Kapitalist Ekonomilerde izlenmesi gereken ekonomik politika adımları bellidir. Kuralların arkasından dolanmak, ben yaptım oldu türünden yaklaşımlarla ekonomi yönetmek mümkün değildir. İşin ehli liyakat sahibi yöneticilerin işbaşında olmaları beklenir. Aksi takdirde yabancı yatırımlar hem azalır hem de fonların maliyeti artar.
2014 Yılında Cumhur Başkanlığı seçimleri, 2015 Yılında başarısız Darbe Girişimi, 2016 Yılında OHAL ilanı, 2017’de Referandum, 2018’de Genel Seçim ve derken 2019’da Yerel Seçim ve tekrarlanan İstanbul BB seçimleri….Tüm bu seçimlerle kaybedilen zaman ve enerji, mevcut iktidarın ülkeyi iyi yönetememesinin bir sonucudur. Bırakın hükümetin ekonomide önlem almayı düşünmesini, bu tablo sürekli harcama, sürekli bir iktidar mücadelesi, sürekli gerginlik içinde bulunan bir toplum, kalkınmadan ve refah artışından git gide uzaklaşan bir ülke demektir. Değişen dünya dengelerini ıskalayan, ekonomiyi ve kalkınmayı yönetemeyen, eğitimde, tarımda, sanayide özetle her alanda tarihi bir kalkınma fırsatını kaçıran iktidar Türkiye’ye 17 Yıl kaybettirmiştir. Gelinen noktada, kişi başı gelirden tutun, enflasyona, dış ticaretten tutun, işsizliğe, ekonomik küçülmeden tutun gelir dağılımı, adaletsizliğine kadar bütün makro ekonomik hedeflerde ulaştığımız nokta ve yaşanılan yoksullaşma 2001 Yılının da gerisine düştüğümüzü göstermektedir. Bu aşamadan sonra ABD ile siyasi konularda uzlaşma sağlanmadan IMF ile bir Stand-by anlaşmasına varabilmenin mümkün olmadığı, Batı Kulübüne alternatif olarak gösterilen “Şanghay 5”lisine girebilmemizin de zor olduğu varsayımıyla önümüzde oldukça karanlık günlerin olduğunu maalesef söylemek zorundayız. Yani 17 yıl sonra dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta yine bir IMF anlaşması gibi görünmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki IMF demek ücretli çalışanların, emeklilerin, küçük esnaf ve Kobilerin ezilmesi, büyük sermayedar ve yabancı borç verenlerin kazançlarının garanti altına alınması demektir.
Erden Armağan ER
erdener1970@gmail.com