Bankacılar Stockholm sendromu mu yaşıyor?

Eski müfettiş Gürcan Konur, bankacılık sektöründe yaşanan Stockholm sendromunu yazdı.
BANKACILARIN  STOCKHOLM SENDROMUNA BAĞLI MÜZMİN HASTALIĞI VE ÇÖZÜM YOLLARI İLE 
BANKACILIKTA KİM GALİP, KİM MAĞLUP ANALİZİ: GALİP SAYILIR BU YOLDA MAĞLUP


Stokholm sendromu nedir?: Rehinenin, kendisini rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan bir terimdir.
Stockholm Sendromu terimi, rehine veya esir alınan kişilerin hayatta kalma içgüdüsü ile kendilerini tutsak eden kişi/kişiler ile ittifak kurması durumuna verilen isimdir. Toplumsal veya siyasi olaylarda sıkça adı duyulan bu sendromda kişiler, kendilerini sürekli zora sokan veya üzen koşulları benimserler.
Stockholm Sendromunda, rehin edilen kişinin bu durumda geçirdiği süre sonunda kendisini esir alanın duygularını anlama ve ona yardımcı olma sonunda da onunla özdeşleşmesi durumudur. FBI tarafında yapılan araştırmalarda kurbanların ortalama yüzde 8’inde Stockholm Sendromu belirtilerinin görüldüğü belirtilmiştir.
Stockholm Banka Soygunu Olayı
Bu sendrom ilk defa psikiyatr Bejerot tarafından tanımlanmıştır. Sendromun ismini aldığı en ünlü olay 23 Ağustos 1973 yılında şartlı tahliye olan Jan-Erik Olsson ve arkadaşının, Stockholm’ün en büyük bankalarından biri olan Kreditbanken’i soyma girişimi ile başlar. Başarısız banka soygunu sırasında 4 banka çalışanı (üç kadın ve bir erkek) rehin alınır. Banka görevlileri 6 gün boyunca rehin tutulurlar. Soyguncuların rehinelere iyi davranmaları sonunda aralarında iyi ilişkiler kurulur.
Polisin bankaya operasyon yapacağını fark eden rehineler soyguncuları uyarırlar. Olay sonrasında rehineler soyguncular aleyhine ifade vermedikleri gibi onların savunma ve avukatlık giderleri için de para toplarlar. Stockholm sendromuna yakalanan rehinelerden biri serbest kaldıktan sonra nişanlısından ayrılır ve ilgi duyduğu banka soyguncusunun hapisten çıkışını bekleyerek sonrasında onunla evlenir.
Görüldüğü Vaka Grupları:
Stockholm Sendromu genellikle aşağıda tanımlanan belli başlı olaylardaki rehine ve tutsaklık durumlarında kendini göstermektedir.
Şöyle ki;

1- Rehine veya tutsak edilme gibi kaçırılma olaylarında kişiyi esir/tutsak alan kişiye karşı
2- Cinsel tacize veya enseste maruz kalan çocuklarda istismar eden ebeveynine karşı,(bankada babana bile güvenmeyeceksin)
3- Hayat kadınlarında kendilerini pazarlayan kişiye karşı,( aslında bu örnek çok benziyor, ama neyse o konuya hiç girmeyelim, bedenime sahip olabilirsin, ama ruhuma asla diyen bankacılar da var)
4- Aile içi şiddet olaylarında döven eşe karşı,(amirimdir döver de sever de diyen bankacı)
5- Siyasi baskı uygulanan olaylarda (beyin yıkama) takipçi veya lidere karşı,(ülkemizin bugünkü halinin tek açıklaması olabilir, öyle ya ne yapsalar seçmen daha çok bağlanıyor.)
6– Uzun süreli hapis durumlarında gardiyana karşı,(bir bankada ne kadar uzun kalırsan o kadar tehlikeli)
7– Ev hapsine maruz kalma durumlarında,(banka hapsi olarak da değerlendirilebilinir, evden daha çok bankada vaktimiz geçiyor.)
8- Savaş esirlerinin toplama kamplarında yaşadıkları (banka personeli esir hayatı yaşadığı için olabilir.)
durumlarda da bu sendrom görülebilir.

Stockholm Sendromu psikoanalitik açıdan, mağdurların hayatta kalma içgüdüleri sonucunda tutsak edildikleri durumun sebebine bağlı olarak ortaya çıktığı söylenmektedir. Bunu Thomas Strentz şu şekilde açıklar; “Kurbanların hayatta kalma ihtiyacı, yaşadıkları ikilemi yaratan kişiden nefret etmeye yönelik itici güçten daha kuvvetlidir” demektedir.(Bunu kendilerine her türlü kötülüğü yapan kişiye bağlanıp, bankada kalma ihtiyacı olarak da değerlendirebiliriz.)
Genel olarak olayın süresi ve yoğunluğu, rehin alınan kişinin onu esir alan kişiye yakınlığı veya bağımlılık derecesi, rehin alınmış olan kişinin alıştığı ortamından ne kadar uzaklaştırıldığı yanı sıra rehin tutulan kişinin içinde bulunduğu kendine özgü durumlar bu sendromun oluşmasını tetiklemektedir.
(Bu hastalık ile ilgili benzer örnekler için, yazının altındaki bölümün de okunmasını tavsiye ederiz.)
Terimin anlamını ve kısa tarihçesini aktardıktan sonra, günümüz Türkiye’sinde bu hastalıktan muzdarip bankacıların halini ve ahvalini ele alalım. 
MAĞLUP BANKACILIK -GALİP BANKACILIĞA KARŞI:
Yakın zamanda, yani geçtiğimiz 10 yıllık zaman diliminde,  iki tür bankacılık öne çıktı,:
Birincisi  patronun her koşulda maksimum kar elde etmesinin yanı sıra kendisinin de maksimum jestiyon ve menfaat elde etmesinden başka hiçbir amacı olmayan, bulunduğu mevkiyi hep bir atlama taşı olarak gören, hiçbir etik değer tanımayan, personele parya muamelesi çeken, müşteriyi yolunacak kaz gibi gören, hayali satışlar yapılması için personeli ayartarak üst makamları kandıran, amaca ulaşmak için her yol mübahtır diyen ve bu yolda “GALİP” gelen bankacılık akımı,
Diğeri ise patrona para kazandırmanın yanı sıra, kuruma da itibar kazandıran, personele değer veren, etik ilkelerden ayrılmayan, müşteriyi paydaş olarak gören,  bulunduğu mevkiden güç almaktan ziyade, kendisi o makama güç katan, kendisinin yanısıra herkesin hakkını koruyan, yağcılık-yalakalık gibi insan onuruna yakışmayan hareketlerden uzak duran, hayali satışlar yapmayan ve yapılmasına izin vermeyen, ama sonuçta, rakamsal olarak gayet başarılı olsa da, ayak oyunları, kumpas ve iftiralarla “MAĞLUP” edilen bankacılık akımı…
 Şimdi, birbirinden çok farklı bu iki akımın bankacılar üzerindeki etkisini irdeleyelim:
PERSONELİ HAKSIZ YERE İŞTEN KİM ATIYOR?
Son dönemlerde bankalardan haksız yere atılanlar kendilerini İK(insan kaynakları bölümü)’nın attığını sanarak, öfkelerini hep onlara yönlendiriyorlar, ama kimse kendisini kandırmasın, artık hiçbir bankada terfi, tayin, iş akdi feshi gibi durumlarda İK kendi başına karar alamıyor, bunun kararını Genel Müdürlük pazarlama iş birimlerinin başındaki kerameti kendinden menkul, egosu tavan yapmış, yarı peygamber haline getirilmiş yöneticiler(GM Yrd. ve bölüm başkanları)  veriyor. 
Genel müdür o kadar kimseyi tanıyamaz, bin veya 500 şubeli bir bankada GM hangi müdürü veya yetkiliyi tanısın? Burada İK  ve Bölge müdürleri tetikçi vazifesindedir, kellesi koparılacak olanı pazarlama iş birimleri belirler, aç bir sırtlan gibi bekleyen bu birimlerin önüne atarlar.
GALİP SIRTLANLAR VE ŞAPŞAL KURBANLAR
Bu sırtlan tayfası tam da yukarıda sözünü ettiğimiz ”galip”lerden oluşmaktadır. Ancak ne acıdır ki, ülkemizde sıradan veya elit olsun, istisnaları olmakla birlikte, neredeyse tüm bankacılar hep galipten yanadır, hatta kendisi de mağlup edilmiş, hakları ve gururu çiğnenmiş, yıllarını verdiği bankadan ayrılmaya zorlanmış, sürgün edilmiş, en son da atılmış bile olsalar, hala bu galiplerin safında durmakta bir beis görmezler. 
Diyelim aktif görevde iken, bunu ekmek parasına bağlayarak züğürt tesellisi babında bahane getirilebilinir, ama emekli olduktan, istifa ettikten veya atıldıktan sonra hala bu galiplerin pınarına su taşımakta beis görülmüyorsa, yolda selamı alınıp, sosyal medyada beğenilip, ekleniyorsa, buradaki tek neden Stockholm sendromudur. 
BANKACILARIN SOSYAL MEDYADAKİ  SEFALETİ
Geçen bu galiplerden birisinin facebook profilini inceledim, bir de onlara göre mağlup, ama bize göre gönüllerimizin galibi bir üstadımızın profilini inceledim, galip olanın arkadaş sayısı (halen başka bir bankada da olsa) aktif bir üst görevde olması ve  o kurumdaki yalakalık katsayısı yüksekliği nedeniyle elbette ki yüksek olacaktı, ama beni asıl üzen konu ortak arkadaş sayısı diğerinden sadece 10 kişi noksandı ve onların arasında iş akdi keyfi olarak fesh edilip, mağdur edilmiş, ailesinin rızkı ile oynanmış, türlü haksızlığa uğratılmış olanlar da vardı.
Bunun üzerine bunu başka bir nedeni olamayacağını düşünerek Stockholm sendromuna kafa yormaya karar verdim. Bu hastalıktan bankacılar zaten sabıkalı, özellikle kadınlar arasında daha da yaygınmış.
MUTLU BANKA PERSONELİ KALDI MI?
Mesela, bir mağlubun önderliğinde bir bankanın genel müdürlük  şubeler direktörlüğü, bölge ve şubelerin eli ayağı olmuştu, banka personeli kendisine sözde değil, özde destek veren bir genel müdürlük birimi görmekten hem şaşkın, hem de çok memnundu. Ama mesleki ve insani vasıfları yetersiz, kerameti kendinden menkul, galip durumundaki kimi üst yöneticiler bu başarı halesinin genişlemesi ile, yarın-öbür gün kendi koltuklarının tehlikeye gireceğini hissetmişti, bunun gereğini de yerine getirmeye, o günden başlamışlardı, neticede galipler kendileri açısından başarılı oldular, yetenekli, çalışkan, özverili personeli ya istifa ettirdiler, ya attılar, ya da pasifize ederek küstürüp, emekli ederek, kendilerine rakip olmaktan çıkardılar, ama bunu yaparken kurum kültürü, iş ahlakı, vefa gibi kavramları da tümüyle yok ettiler, koca bir  bankayı zayıflattılar, kuruma bağlılık ve sadakat bırakmadılar, en önemlisi mutlu çalışan bırakmadılar… 
“MUZAFFER” BANKACI YAŞLI VE BİÇARE  AVINI ACIMADAN PARÇALIYOR
Mesela, bu galiplerden birisi ile bir bölgede “şube müdürü birebir değerlendirme toplantısı” na bölge temsilcisi olarak katılmıştım, o bankada yeni yetme olan galip, karşısında oturan  babası yaşındaki ve emekliliğe hak kazanmış müdüre karşı, masaya vura vura bağıra çağıra hedef eleştirisi yapıyor, haşlıyordu. 
Tek açılış amacı oradaki gurbetçi dövizlerini toplamak olan şubede ticari plasmanın düşüklüğüne kızıyordu, müdür bey “ama bizim orada öyle büyük ölçekli bir sanayi kuruluşu yok, olan küçük firmalar da zaten müşterimiz, bizim çalışmadıklarımız da sorunlu, batık firmalar “deme gafletinde bulununca galip, “ ne demek yok, siz bizi mi kandırıyorsunuz müdür bey ? Biz her yeri sizden çok daha iyi biliyoruz, bize masal okumayın!” diyerek iyice hiddetlenince, dayanamayıp, ben araya girdim, ve “ galip bey, müdür bey haklı, orada ticari plasman çalışması riskli, döviz mevduat ve bireysel kredilere odaklanmak daha iyi olacaktır. “ deme cüretinde bulunmuştum. Gerçekten de, o galip, o hinterlanddan bihaberdi, cahildi, ama hadsiz ve çok küstahtı.
Galip, bir süre sessizlikten sonra, ara verelim, öğleden sonra devam edelim demişti, o odadan ayrıldıktan sonra asistanı gelerek, öğleden sonraki toplantılara bölge katılımına gerek olmadığını bildirmişti. Nedeni çok aşikardı tabii ki…
İSTİFA DİLEKÇESİ CEBİNDE GEZEN MÜDÜRLER
Haşladığı şube müdürünün yanına giderek, “müdür bey, emekliliğiniz çoktan gelmiş, ben sizin yerinizde olsam, o odada masaya vururken, öyle vurulmaz, böyle vurulur, kadir bilmez, nankör adamlar diyerek emeklilik dilekçemi yazıp, fırlatırdım, niye buna katlandınız” diye sorunca, yaşlı adam gözleri yaşararak,” Haklısınız, bakın emeklilik dilekçem, ceketimin iç cebinde hazır geldim, ama bu yıl kızımın üniversitede son senesi, bitirsin, hemen dilekçemi vereceğim.” demişti.
Bu olaydaki müdür bey haklı, ona sözümüz yok, çaresizlikten katlanıyor, ama ayrıldıktan sonra hala bunlara niye katlanılıyor, onu da anlamak mümkün değil. Bir kötülüğün illa size karşı yapılmış olması şart değil, kötü, her zaman kötüdür, iş arkadaşına dün kötülük yapan, bir gün size de bir kötülük yapabilir. 
BANA DOKUNMAYAN YILAN BİN Mİ YAŞASIN?
Komşusunun eşine tecavüz eden birisine, benimle iyi geçiniyor, ötesi beni ilgilendirmez, öyleyse görüşmeye devam etmemde bir sakınca göremiyorum diyen, ya bayağı saftır, ya da kendisi de benzer bir olaydan sabıkalıdır.
Bu galipler, bankadan ayrıldığı ilk zamanlar sudan çıkmış balığa dönüyorlar, bir anda kendilerini yalnız hissettikleri için eski iş arkadaşlarına sokuluyorlar, ama ilginçtir, görevde iken onları tanımayan, sormayan, hiç kazımayan, hatta onlara veya onların yakın çevrelerine zarar veren bu kişiler, sanki hiçbirşey olmamışcasına kabul görüyor, eski duayen üstad muamelesi ile karşılanıyorlar. 
Bunların da balık hafızalı olmalarının yanı sıra, kendilerini rehin alan teröristlere aşık olan İsveçteki bankacılardan farkları kalmıyor. Allahtan, o da şimdilik bunlarla evlenmeye kalkan eski bankacı filan yok, belki de vardır, ama biz henüz duymamışızdır.
SÜREKLİ ROL KESEN, HAYATI TİYATRO OLMUŞ “ARTİST” BANKACILAR 
Bankacılığın genel kuralıdır, müşteri mesleği ne olursa olsun, dışlanmaz, aşağılanmaz, hizmet verilir, mesela mevduat müşterisi olarak, bir orsp. gelse, “hoş geldiniz hanımefendi”, bir pzv. gelse, “hoş geldiniz beyefendi” diye karşılanır, çünkü bankacı onun ahlaki tercihlerini değil, yatırım tercihlerini yönetir. Ancak bu kural bankada görevli iken geçerlidir, o görevden ayrıldıktan sonra ors.’ya ors.,  pzv.’ye de pzv. demekten imtina etmemek gerekir, sahnede rol kesebilirsiniz ama, tüm hayat boyu rol kesmek psikolojik rahatsızlıktır.  
ZALİMİ “DÜŞKÜN” İLAN ETMEK BİR ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ?
Alevilerde, ahlaki çöküntü ile yaşayanlara, başkalarına menfaati icabı kötülük yapanlara, “düşkün” sıfatı takılarak toplumdan dışlanır, yalıtılır, kimse onlarla görüşmez, selamlaşmaz, sonradan bu kötü huylarını terk etseler de, bu durum değişmez.  Biz de bankacılar olarak bunu yapabilmeliyiz.  Görevde iken insanların rızkı, onuru ile oynayanlara, görevlerini bıraktıkları zaman asıl tepkimizi vermeliyiz, Stockholm sendromunun en güzel tedavilerinden bir tanesi bu olacaktır.  
ONURLU BİR MAĞLUBİYET , ALÇAKÇA BİR GALİBİYETTEN YEĞDİR
Aslında bu yolda galip olduğunu sananlar mağluptur, mağlup kabul edilenler ise aslında galiptir. Yeni nesil, bu kendisini galip sanan muktedir zorbaların nasıl bir galebenin temsilcisi olduğuna bakmadan örgütlenip, birlikte hareket ederek, bu despot düzenlerini yıkıp, tarih sahnesinden silecektir. 
SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK VE  SARI ÖKÜZ SORUNSALI
Bu hesaplaşmayı öte tarafa ötelemek acizliktir, tabii ki, öte tarafta ayrıca hesabını versinler, buna bir itirazımız yok, ama bu dünyada da bu zalim galipler ile hesaplaşılmalı, bu zihniyet bir daha geri gelmemek üzere tarihin çöplüğünü boylamalıdır. Bunun tek çaresi ses vermek, mağdurun yanında saf tutmak, onun sesi olmakla mümkündür.
Sustukça sıra sana mutlaka gelecektir. Zamanında sarı öküzü verdik, ama ineklik yapıp, peşinden kuzu kuzu gitmemek gerekir, azgın bir boğa olunmalı ki, gören korksun, önünde duramasın. 
Zalim galiplere karşı, yaşasın örgütlülük, direniş, dayanışma!
 “GALİPTİR, BU YOLDA MAĞLUP: 

Bir gün daha bitti, 
Bugün de ayaktayım. 
Kim galip, kim mağlup bilemem. 
Ama ben, galipler safındayım. 
Dedim ya, akşam oldu 
Ve hala hayattayım.”

(Bir Burak Kıllıoğlu şiiridir.)
“Galip sayılır, bu yolda mağlup”: görünürde kaybedilmiş izlenimi veren bir durumun aslında yararımıza olduğu, veya ileride yararımıza döneceği düşüncesini belirtmek için kullanılan bir sözdür.